Gecenin koynunda dinlenen gonca gül

Gecenin koynunda dinlenen gonca gül

Gecenin koynunda dinlenen gonca gül Oturuyordu. Eflatun akşamlara lacivert tüller çekilirken gecede buldu kendini. Her karanlık gecenin ardından pembe sabahları beklemenin, ışık demetleri arasında alacağı sevgi mesajını tabiata serpmenin heyecanını ilk sabahtan beri yüreğinde duyuyordu.

“dağ yayla, gök deniz, tohum tarla, kuşlar ve çiçekler” dedi.  insan ve hayvan” diye bir nida duyar gibi oldu. Güneşin,ayın doğup batmasını, mevsimlerin birbirini takip etmesini, her yeni mayalanma ve tomurcuklanmanın emarelerini ilk insandan kendine kadar görmüş gibi bir duyguya kapıldı.

Leylaklar, mor menekşeler, bağlar bahçeler türlü türlü renk ve kokularla dünyasını aydınlatan bir şeydi…

Makine sesi, hava kirliliği, çevre kirliliği de ruhunu bunaltan sessiz gürültü gibiydi. Koparılan çiçeğin, kesilen ağacın, öldürülen hayvanın acısını iliklerinde duydu hep.

Nasıl olurdu bitkilerin, hayvanların dilinden anlamıyordu hemcinsleri? … Mümkün müydü? Tabiat, öke, sağır ve dilsiz olsundu… Bütün insanları kör, sağır ve dilsiz düşünmek kadar abes bir şeydi bu… Tatlı bir esinti yüzünü yaladı. Ağaçların dallarını hışırdatan, çiçeklerin kokusunu getiren rüzgar Yunus’un şu mısralarını hatırlattı ona:

“Zerrin çiçek zikreder

Mor menekşe şükreder

Cümle bağlar bahçeler

Teşbih okur çiçekler…”

“-Gecenin koynunda dinlenen gonca gül, bahçede saklanan çiçek ve sen ey gönlüm doğacak güne hazır ol” diye söylendi.

“Gözlediğin ay, özlediğim gün doğarsa, kırık gönüllerde zambak açarsa, kirpiklerden süzülen damlalar şebnem olursa; ızdırabım çiçektir diyorum. Mutluluğun tadını duyup, duyurmak istiyorum…” Derken, sesi dalga dalga geceye daireler çiziyordu…

Fakat,

Unutamıyordu. ..

Acılarını gecenin karanlıklarına göme göme bitirememişti. Devrilen çamların, yanan ormanların, vurulan ceylanların, kirletilen duvarların, horlanan insanların, sevgiden yoksun bırakılan acısını unutamıyordu.

“Çiçekleri koparmayınız” levhasını okuya okuya çiçek koparanlara, denizi kirletenlere acıyordu. Onlar nasıl bir yürek taşıyorlar, kalpleri mühürlümüdür ki, dedi…

Denizi kirleten, ağaçları kesen, çocuklara gülümsemeyen, tebessüm etmeyen insanları; Allah’a isyan bayrağı açan asiler olarak zamanının yargılanmasını istedi.

“Sevgi, hoşgörü, müsamaha iklimi” dedi, Yunus iklimidir… Fakat, adalet ülküsünü bunu tamamlayan bir öğe olarak düşündü. Hep güler yüzle yaklaştığı, gözlerinden akan sevgi pırıltılarını devşire devşire gönüllerine girmeye çalıştığı çocuklar doldurdu ufkunu. Onları tabii – hiç yerlere, müzelere, ormanlara, dağlara gezilere götürdüğü her zaman;

“-İşte kainat en büyük laboratuar, çocuklar…” diye haykırdığını hatırladı.

Kendini hesaba çekercesine yüksek gerilim yayıyla düşüncelerini enginlere okları. Gökten yıldızlar boşanıyor, hasret meralarına taylar koşuyor, erguvani karanlığı üveyeler deliyordu. Güvercinler öbek öbek rüyalarını süslemişti hep…

Adeta kaybolmuş hatıraların ötesinde dağ tepe, türbe, gül ve bahçe, mevlid kandil, ocak ve ateş, masal ve efsane tatlı bir burukluk gibi çöktü bedenine…

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında okudukları kitapları; Aşık Garip, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Battal Gazi Destanı, Köroğlu Destanı, Dedem Korkut masalları birer birer uçuştu gözleri önünde. Dinlediği efsaneler, menkıbeler, derinden derine yankılandı durdu kulaklarında.

“-Televizyonla hayatımıza giren –Yalan Rüzgarı- yaban rüzgarı gibi alıp götürdü bunları” diye doyasıya haykırmak istedi.

Pascal’ı Pastır ve Edison’u aydınlık semada Birini ve Ulun Bey’le bir görüyordu ama Dallas yayına girdiği gün çiftlikleri yağmalanmıştı.

Babasının kızgınlığını, annesinin üzüntüsünü unutamıyordu.

Unutamıyordu ocak başında geçen geceleri, karanlığı delen kar tanelerini.. .

Unutamıyordu. ..

Annesi ciğer yahnisi yapmıştı;

“-Oğlum çık sokağa yemeğin kokusu hangi eve kadar ulaşıyor gel bana söyle“ demişti. Sonra birer tadımlık komşulara yollamıştı.

Kuşlar, çiçekler gündüzlerini, gökyüzünü dolduran yıldızlar gecelerini beslemişti hep. Kırlarda koşarken, derelerde çaylarda çimerken bir gün deniz başında denizsiz kalacağını hiç düşünmemişti.

Ayağa kalktı.

Bir ses, bir ışık bekliyordu. Ümit vadisinde özlem sularında sevgi pırıltılarını almanın hazzını sabaha sakladı. Sabah erkenden okuluna, öğrencilerine kavuşmanın, onlara; sevgi sevgi yüklemenin sorumluluğunu hissederek “-Uyumayalım”dedi.

Bu sabah bir başka uyandı. Erkenden bütün kapı ve pencereleri ardına kadar açarak ufukların pembe seherine daldı. Gitgide ortalık iyice aydınlanıyordu. Dünyası aydınlanıyordu. Çocuklar ve gençler doldurdu hayallerini.

Gül ağacının güllerindeki çiğ damlalarına vuran güneşin ilk aksi, gözlerini dolduran bir umut gibi gönlüne aktı.

(Türk Edebiyatı Dergisi-288. sayı-Ekim 1992)